ANKARA'NIN BAŞKENT OLUŞU
(13 Ekim 1923)
Başkentler ülkelerin bütün siyasal, ekonomik, kültürel, idari, askerî, güvenlik vb. konularla değerlendirildiği, kararların alındığı hayat merkezleri veya başka bir deyişle beyinleridir. Bu nedenle çoğu kez ülkelerin adından çok, o ülkenin başkentinin adı kullanılmış, başkentlerin esir düştüğü durumlarda devletlerin yıkıldığı da sık görülmüştür. Türklerin Anadolu’ya gelmelerinden itibaren başkentleri de devletin konumuna göre değişmiştir. Bilecik, Bursa ve Edirne’den sonra, İstanbul’un fethiyle başkent buraya taşınmıştır. Misak-ı Millî’de de belirtildiği gibi İstanbul üç başlı bir başkentti: 1. Payitahtı Saltanat-ı Seniyye 2. Makarr-ı Hilafet-i İslamiye ve 3. Merkez-i Hükûmet-i Osmaniye. Yani hem Osmanlı tahtının bulunduğu şehir, hem de İslam dünyasının halifesinin oturduğu karargâh ve hükûmet merkeziydi. İstanbul bu hâliyle devletin tam ortasında yer alıyordu. Bir tarafında Anadolu, diğer tarafında Rumeli ve Balkan toprakları. İstanbul stratejik açıdan ise Karadeniz’den Akdeniz’e giden deniz yollarıyla, Asya’dan Avrupa’ya giden kara yollarının kesiştiği bir noktadaydı. Devletin güçlü olduğu dönemlerde önemli bir avantaj sağlayan bu stratejik özellik, devletin zayıflamasıyla birlikte, ülkeyi bu kadar farklı yönden (denizden ve karadan) tehdide açık bir hâle getirdi. Değişen sınırlar ve İstanbul’un bu tehlikeye açık durumu başkentin yerinin değiştirilmesi tartışmalarını 19. yüzyılın ilk yarısında gündeme getirdi. Osmanlı ordusunda görevli Von Moltke, 1839’da başkentin yerinin değiştirilmesini önerdi. Benzer bir öneri 1877-1878 yenilgisi sonrasında Von der Goltz Paşa’dan geldi. Ona göre başkentin Konya ya da Kayseri veya daha güneyde bir yere nakledilmesi uygundu. 1914 yılında I. Dünya Savaşı’nın başlaması ve savaş sürecinde Çanakkale Cephesi sırasında yine başkentin Anadolu’ya (Eskişehir ya da Kayseri) taşınması gündeme getirilmiş, hatta bu konuda gerekli hazırlıklar da yapılmıştı. Bu cephedeki inanılmaz başarı sayesinde başkentin nakli konusu gündemden düştü. I. Dünya Savaşı içerisinde yapılan Anadolu’yu paylaşım planları, savaş sonunda 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Ateşkes Anlaşması ile yürürlüğe konuldu. 13 Kasım 1918’de İtilaf Devletleri İstanbul’a yerleştikten sonra, Türklerin buradan da doğuya sürülmesi gündeme geldi. Zira İngilizler başkenti Bursa’ya taşıyıp İstanbul’u Türklerden almak istiyorlardı. İzmir’in Yunanlılar tarafından işgali, bunun hemen sonrasında Mustafa Kemal’in Anadolu’ya çıkması, tüm gözleri Mustafa Kemal Paşa’ya çevirdi. Havza’da yayımlanan genelgenin ardından alınan Amasya kararlarıyla ortaya konulan, Millî Mücadele’nin gerekçe ve programı Erzurum ve Sivas Kongrelerinde somut bir biçim aldı. Bu olaylar sürecinde de Batı Anadolu’da işgal genişliyordu. Mustafa Kemal Paşa’ya göre, Anadolu’da gerçekleştirilecek Millî Mücadele’nin “sıklet merkezi”ni Batı Anadolu yani Yunan Cephesi oluşturacaktı. Diğer yandan, Meclis’in İstanbul’da toplanması nedeniyle, Sivas buraya çok uzak kalmaktaydı. Telgraflar da buraya özetlenerek geldiğinden sıkıntı çekilmekteydi. İstanbul demir yolu da Ankara’ya kadar uzanıyordu. Tüm bu düşünceler, Sivas Kongresi sonrasında, İstanbul Hükûmeti ile haberleşmenin kesilmesinden, Damat Ferit’in istifasına kadar geçen 18 gün boyunca Millîciler arasında görüş ayrılıklarına neden oldu. Aynı dönemde ortaya çıkan yönetsel boşlukta Mustafa Kemal Paşa’nın 13–14 Eylül gecesi yayımladığı telgraflarla giderilmeye çalışıldı; fakat bu telgraflar da görüş ayrılıklarını artırdı. Millî Mücadele sürecinde bu tür ayrışmalar yaşanırken, İstanbul’da ise İngilizler Türkleri İstanbul’dan atmanın planlarını yapmaktaydı. Büyük bir stratejist olan Mustafa Kemal ise hem işgal devletlerini, hem İstanbul hükûmetlerini, hem de Anadolu’daki gelişmeleri yakından izliyor ve gelecek planlarını bu gelişmelere göre kurguluyordu. Temsilciler Kurulu ve örgütler arasındaki anlaşmazlıklar üzerine Mustafa Kemal Paşa, Meclisin toplanacağı yer, seçimler vs. üzerinde beliren görüş ayrılıklarını çözüme kavuşturmak amacıyla Temsilciler Kurulu olarak Anadolu direnişini destekleyen Kolordu ve Tümen komutanlarıyla ortak bir toplantı düzenledi. Toplantının üçüncü günü olan 18 Kasım’da Mustafa Kemal Meclis açıldıktan sonra Temsilciler Kurulunun “Mebuslar Meclisini ve Milleti izlemek ve yönetebilmek” için daha yakın bir yerde bulunması gerektiğine dikkati çekmişti. Mustafa Kemal’in bu yönlendirmesiyle Temsilciler Kurulu Merkezi’nin Eskişehir yakınında Seyitgazi olması kararlaştırıldı. Ancak Ali Fuat Paşa’nın önerisi ile Ankara tercih edildi. Bu kararın bir müddet gizli tutulması, zamanı geldiğinde ilan edilmesi kararlaştırıldı. Bu plan doğrultusunda harekete geçen Mustafa Kemal ve Heyet-i Temsiliye üyeleri 18 Aralık 1919’da Sivas’tan ayrılıp, millî bağımsızlık ve egemenlik savaşının tarihî yolculuğuna devam ederek Kayseri, Hacıbektaş, Kırşehir, Karaman, Beynam üzerinden 27 Aralık 1919’da Ankara’ya geldiler.
Heyet-i Temsiliye üyelerinin Ankara’ya gelmeleriyle birlikte Heyet-i Temsiliye merkezinin “şimdilik” Ankara’ya taşındığı duyuruldu. 1920 yılına gelindiğinde İngiltere Dış İşleri Bakanı Lord Curzon 4 Ocak’ta İngiliz Hükûmeti’ne bir rapor sundu: “Türkiye’yi İstanbul’dan atmak… Yüzlerce yıllık sürecin devamı olacaktır.” dedi. Türkleri atmak için ele geçirilmiş olan bugünkü fırsatın kaçırılmaması için ısrar etti. Lord Curzon, İstanbul’dan atılacak olan Türklerin kendilerine Bursa’yı ya da Konya’yı başkent seçebileceklerini de eklemekteydi. İtilaf Devletleri’nin bu planlarının basına sızması üzerine Heyet-i Temsiliye başkanı Mustafa Kemal Paşa, 11 Ocak 1920 günü İngiliz Yüksek Komiserliğine gönderdiği telgrafta durumu şiddetle protesto etti. Anadolu’nun her tarafından da İngiliz Yüksek Komiserliğine protesto telgrafları gönderildi. 16 Mart 1920’de İstanbul fiilen işgal edildi. İstanbul’un işgali, bazı aydın ve milletvekillerinin tutuklanması üzerine Mustafa Kemal yapılan bu eylemi, yirminci yüzyılın kutsal saydığı değerlere yöneltilmiş bir darbe olarak nitelendirdi. Aslında bu beklenmeyen bir olay değildi. Mustafa Kemal komutanlık tecrübesinin verdiği alışkanlıkla yaptığı “Durum Muhakemesi” sonucu Meclis’in İstanbul’da saldırıya uğrayacağını tahmin ederek, İstanbul dışında bir yerde toplanması gereğini anlatmış; fakat arkadaşlarına benimsetememiştir. Fakat olaylar onu haklı çıkardı ve Anadolu’ya geçtiği ilk günden beri düşündüğü Yeni Türk Devleti kurma olanağını verdi. 16 Mart 1920’de hem İtilaf Devletleri temsilcilerine hem de milletine yayımladığı bildirilerde durumu değerlendirdi. Mustafa Kemal 17 Mart 1920’de bütün Valilik ve Ordu Komutanlarına gönderdiği bildiride bir “Meclis-i Müessisan”ın Ankara’da toplanacağını bildirdi. Böylece yeni devletin ilerideki başkentinin ilk emareleri de belirmiş oldu: Ankara.
Ankara şehri İç Anadolu’da yerleşime elverişli bir düzlükte yer almaktadır. İlkin Galatlarca Ancyra denilen kentin adı, günümüze kadar Ankura, Angur, Engürü, Angora şeklinde biçim değiştirmiştir. Kimi dillerde üzüm, bostan, kıvrıntı anlamlarına geldiği ileri sürülen Ankara adının Yunanca Ancyra-Çapa’dan geldiği sanılmaktadır. Nitekim Romalıların şehre arma olarak çapayı seçtikleri, Roma paralarında da bu armanın görüldüğü bilinmektedir. Yüzlerce yıl ticaret yolu üzerinde olan kent 17 ve 18. yüzyıla kadar her türlü sıkıntı, salgın hastalık, savaş vb. rağmen tiftik üretimi ve dokumacılığın merkeziyken ulaşım yollarının değişmesi, İngilizlerin 1860’lı yıllarda Ankara’dan götürdükleri Tiftik Keçisini Güney Afrika’da yetiştirmeyi başarması, kentin canlılığını yitirmesine neden oldu.19. yüzyılın son çeyreğinde demir yolu hattının Ankara’ya ulaşması bile kenti canlandıramadı. Bu yüzyılda kıtlık, ekonomik sebepler, sel baskınları ve yoğun kar yağışları Ankara’yı felce uğrattı. Tüm bunlarla beraber 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı için vilayetten 178 bin asker alındı. O zaman doğal afetlere bir de bu olay eklenince Ankara’nın nüfusu oldukça azaldı. Ankara yaşanan tüm bu olumsuz koşullara karşılık, nüfusunun %95’i Türk-Müslüman bir şehirdi. İşgal tehlikesinden uzak görülmekle birlikte, Mondros Mütarekesi sonrasında İngiliz ve Fransız askerleri tarafından kontrol altına alınmıştı. Kente gelen İtilaf Devletleri askerleri her yerde olduğu gibi burada tutuklamalara girişti ve bunların bir kısmını İstanbul’a gönderdi. Özgürlük duyguları yoğun Ankara halkı, Mustafa Kemal’in Amasya Genelgesini yayımladığı sırada İzmir’in Yunanlılarca işgalini protesto için yaptığı çağrıya uyarak derhâl mitingler hazırladı (29 Mayıs 1919). Yurt savunmasına katılmak için özellikle 1919 Eylülünden itibaren kentte Müdafaa-i Hukuk-u Milliye merkezi kuruldu. Aynı adla kazalarda kurulan örgütler de düzenli bir eylem oluşturulması amacıyla merkeze bağlandı. Şehirdeki örgütlenme, Ali Fuat Paşa, Ankara müftüsü Rıfat (Börekçi) Efendi ve şehir aydınlarının birleşmesiyle kuvvetlendirildi. Tüm bu çabalara Ankara halkı da candan katıldı. Mustafa. Kemal ve Heyet-i Temsiliye’nin Ankara’ya gelişinden itibaren Büyük Millet Meclisinin açılışına kadar gelecek tüm konukların konaklama ve yemek giderlerinin çoğunluğu buradaki Müdafaa-i Hukuk örgütünün parasal desteğiyle karşılandı. Ankara halkının Vali Muhittin Paşa’yı halka ters gelen tutumu nedeniyle Padişaha şikâyeti, Damat Ferit tarafından engellenince, sözcülük yapan Hoca Atıf Efendi, “Padişahı da Sadrazamı da Ankaralıların tanımadığını” belirtti. Bu durum, Ankara’nın İstanbul’dan kopmasında büyük bir adımdı. Bundan sonra Ankaralılar İstanbul Hükûmetinin gönderdiği vali ve memurları da kabul etmeyeceklerini belirterek, İstanbul’a karşı doğrudan bir tavır aldı. Muhittin Paşa yakalanarak yargılanmak üzere Sivas’a Mustafa Kemal Paşa’ya gönderildi. Böylece Ankaralılar, Mustafa Kemal’e ve Millî Mücadele’ye bağlılıklarını bir kez daha kanıtlamış oldu. Kendi seçtikleri ve vali vekili olarak gördükleri Yahya Galip Bey de Ankara’ya yaraşır bir yönetim kurdu. Bütün bu gelişmeler Mustafa Kemal’in Kurtuluş Savaşı’nı yürütmek için bir merkez seçmeye, seçimini de Ankara yönünde yapmaya yöneltti. İstanbul’un işgali ile Ankara daha da ön plana çıktı. Gözler Ankara’ya çevrildi. Ankara’yı karargâh yapmış olan Heyet-i Temsiliye hemen devletin sorumluluğunu üzerine aldı.
23 Nisan 1920’de BMM açılınca, bütün ulusun başvuracağı en yüce kat oldu. Böylece Heyet-i Temsiliye’nin gelişiyle başlayan Ankara’nın fiilî başkentlik süreci, BMM’nin açılışıyla hukuki bir durum kazanmaya başladı. 2 Mayıs 1920’de yeni devletin ilk hükûmeti de kurulunca Ankara fiilen hükûmet merkezi oldu. Yalnız Türkiye’nin değil, dış dünyanın da dikkatleri Ankara’ya çevrildi. Ankara herkesin gözünde bir merkezdi ve hukuken de Türkiye’nin başkenti olmaya adaydı. Gerçi ilk günlerde henüz hiçbir ülke TBMM’yi tanımamıştı; ama gün geçtikçe Mustafa Kemal başkanlığında yapılan çalışmalarla gücünü göstermeye başlayan Meclis, dünyanın dikkatini çekti. Ankara bir yandan Türk vatanseverlerinin toplantı merkezi olurken, diğer yandan, bu yeni ve genç rejimle bağlantı kurmak isteyen devlet temsilcilerinin de uğrak yeri oldu. Sovyet Rusya, Azerbaycan, Ukrayna, Buhara, Afganistan gibi devlet ve emirliklerin elçi ve temsilcileri Ankara’ya geldi. Bunları Batı ülkelerinden gelen heyetler ve uzmanlar izledi. Böylece Ankara, hiç de hesapta olmayan, üstelik hazırlıklı da olmadığı bir nüfusu barındırmak zorunda kaldı. Hükûmetin oluşmasından sonra da başkent konusu hükûmetin gündeminde kaldı. 28.11.1920’de “Millî sınırlar içinde bir başkent seçilmesi için durumun askerî bakımdan Erkan-ı Harbiye Riyasetine bildirilmesi ve bir payitaht komisyonu kurulması kararlaştırıldı”. Komisyona Millî Savunma, İktisat, Bayındırlık ve Sağlık Bakanlığından seçilecek üyelerle TBMM’den de üç üyenin katılması kabul edildi. Başkent olabilecek yer konusunda Genelkurmay Başkanlığının da bir ön çalışması vardı. Hükûmetin kararnamesi de Genelkurmaya ulaşmış; ancak araya I. İnönü Muharebesi girdiğinden kararname Genelkurmayda bekletilmişti. Ancak I. İnönü Zaferi’nin hemen ardından konu tekrar meclis gündemine getirildi. Çalışmalar sonucunda hazırlanan hükûmet kararnamesine göre, İstanbul bir “merkezî merasim” olarak bırakılacak ve “hukuki merkez-i hükûmet” Anadolu’da olacaktı. Ankara Hükûmeti, başkenti İstanbul’dan Anadolu’ya taşımaya karar vermişti. Bu taşıma İstanbul’un yabancı işgalden kurtuluşuna kadar “geçici” bir taşınma değil, kalıcı bir taşınma olacaktı. Hükûmetin bu şekilde hazırladığı kararname milletvekilleri için âdeta sürpriz oldu. 31 Ocak 1921’de TBMM’ye sunulunca tepki, hatta öfkeyle karşılandı. “red, red” gürültüleri içerisinde yapılan oylamada kararname, 26’ya karşı 71 oyla reddedildi. I. TBMM başkentin değiştirilmesine hazır değildi. Milletvekillerinin önemli bir bölümü, zaferin kazanılmasından sonra başkent konusunun gündeme alınmasından yanaydı. Hükûmet, edindiği tecrübe sonrasında 3 yıl boyunca başkent konusunu bir daha gündeme getirmedi. Ankara da bu 3 yıl boyunca başkent adayı olarak kaldı. Mustafa Kemal 1921 yılında Amerikalı gazeteci Clarence K. Streit’in Türkiye’nin başkentinin neresi olacağı konusundaki sorusuna; “…Saltanat ve Halifelik İstanbul’da kalacaksa da gerçek hükûmetin, millî hükûmetin merkezi Anadolu’da olacak; yani İstanbul’dan daha iyi korunan yurdun orta yerinde bulunacaktır. Başkent olabilecek yerler arasında Kayseri, Sivas ve Yozgat aklımızdan geçiyor. Başkentimizi kurmak amacıyla bir komisyon bu merkezî bölgeyi inceleyecektir.” dedi. Mustafa Kemal kendisini ziyaret eden Le Temps gazetesi yazarı Berthe Georgen Gaullis’in yine başkentle ilgili sorusuna “Siyasi başkentimiz Anadolu’nun ortasında kalacaktır.” derken, özel görüşmelerinde de bunun Ankara olacağını söyledi. Mudanya Ateşkes Antlaşmasına göre, İtilaf Devletleri’nin yurdu terk etmeleri kesinlik kazandı. Bu süreçte bazı İstanbul gazeteleri “Pay-ı Taht” (başkent) sorununu gündeme getirdi. Mustafa Kemal’in gerek basına verdiği demeç, gerekse yakınlarıyla yaptığı konuşmalarda Ankara’nın resmen başkent olması gereğini vurgulamaması bir strateji gereği idi. Nitekim bu konuda yapılan çok erken bir açıklama “Ulusal hükûmetin İstanbul üzerindeki iddialarını zayıflatabilirdi. Başka bir deyişle yabancı devletler ve İtilaf Devletleri “Türkiye’nin Halifelik merkezinden vazgeçmek üzere olduğu” şeklinde yorumlanabilirdi. Bu nedenle Mustafa Kemal belirlenmesi/açıklanması için öncelikle savaşın kazanılması ve Lozan Antlaşması’nın belirli bir noktaya gelmesini bekledi. Nitekim 16 Ocak 1923’te İzmit’te İstanbul Gazetelerinin temsilcileriyle yaptığı basın toplantısında Hükûmet merkezinin Ankara, Kayseri, Sivas üçgeni içerisinde bir yerde olması gerektiğini belirtti. Bu üçgenin bir ucunda olan “Ankara pekâlâ bir hükûmet merkezi olabilir ve hadisat orasını merkez yaptı ve feyizli bir merkez yaptı. Binaenaleyh Ankara’ya karşı nankörlük etmek caiz değildir…” dedi. Mustafa Kemal bu söylemiyle başkent konusunda tavrını net olarak ortaya koyarken, var olan tartışmalara da bir son vermek isteğindeydi.
9 Aralık 1922’de TBMM Hükûmeti’nin İstanbul “Murahhası” olarak atanan Dr. Adnan Bey 25 Şubat 1923’te İngiliz Yüksek Komiseri Sir Horace Rumbold’u ziyaretinde Türkiye’nin başkentinin neresi olacağı sorusuna karşılık, Adnan Bey geçmişte çok ihmal edilmiş olan Anadolu’nun kalkındırılması için başkentin Anadolu’da bulunması gerektiğini ama; resmî olarak bir bilgisi olmadığını açıkladı. Horace Rumbold, 25 Martta Londra’ya yolladığı raporda milliyetçiler için Ankara’nın âdeta “Türkün Kıblesi” gibi olduğunu belirtti. İzmit toplantısında bulunan gazeteciler sonraki günlerde başkent konusunu aylarca gazetelerinde dile getirdi. İkdam yazarı Ahmet Cevdet, Ankara’nın başkent olmasını savunurken, Tanin’den Hüseyin Cahit İstanbul’u ön plana çıkardı. Vatan gazetesinden Ahmet Emin ise, Bursa’yı önerdi. Başkent tartışmalarının devam ettiği günlerde II. TBMM’ye seçilen ve Ankara’ya gelmeye başlayan milletvekillerine başkent konusunda bir anket yapıldı. Ankete katılan milletvekillerinin büyük bir bölümü Ankara’nın başkent olmasını istedi. Bu sonuç üzerine Vatan gazetesinden Lütfi Arif 8 Ağustos tarihli “Merkezî Hükûmet Neresi Olacak” başlıklı yazısında, yeni meclisin ilk kararlarından birinin başkent meselesi olacağını dile getirdi. Hüseyin Cahit ise, Tanin’deki yazısında “Merkezî Hükûmetin Anadolu’da bir yerde kalması bir fikr-i sabit ve bir iman hâline gelmiştir. Artık bunun karşısında muhakemeye girişmek, deliller göstermek, istemek manasızdır.” diyerek, Meclisin Ankara lehine alacağı kararı kabullenmiş görünüyordu. Diğer taraftan II. TBMM’de meclis ikinci başkanlığına seçilen Ali Fuat Paşa’da Vatan gazetesine verdiği bir demeçte Ankara’nın başkent olması gerektiğini açıkça söylemekte bir sakınca görmüyordu. Lozan Barış Antlaşması’nın 24 Temmuz 1923’te imzalanması ve 23 Ağustos 1923’te TBMM’de onaylanmasından sonra, onay İtilaf Devletleri temsilcilerine aynı gece bildirildi. Artık yeni meclisin önünde çözümlenmesi gereken iki temel sorun vardı: Bunlardan birincisi uzun süreden beri kamuoyunu meşgul eden başkent sorunu, diğeri ise devletin şeklini belirlemekti. Meclisin ele aldığı ilk konu 2 Ekim 1923 günü İstanbul’un boşaltılmasından dolayı başkent sorunu oldu. Mustafa Kemal Paşa gelişen süreci Nutuk’ta şöyle açıklamaktaydı: Lozan Antlaşması’nın eklerinden olan boşaltma protokolü uygulandıktan sonra, tümüyle düşman elinden kurtulan Türkiye’nin bütünlüğü eylemli olarak gerçekleşti. Artık yeni Türkiye devletinin başkentini yasa ile saptamak gerekiyordu. Bütün düşünceler, yeni Türkiye Devleti’nin başkentinin Anadolu’da ve Ankara kenti olması gerektiğinde toplanıyordu… Devletin başkentini bir an önce saptayarak iç ve dış kararsızlıklara son vermek çok gerekli idi. 9 Ekim 1923’te Dışişleri Bakanı İsmet Paşa tek maddelik yasa tasarısını meclise sundu: “Türkiye Devletinin makarrı idaresi Ankara şehridir”. Bu toplantı 10 Ekim tarihli İkdam gazetesinde “Türkiye devletinin makarrı idaresi Ankara şehridir.” şeklinde yer aldı. Haberin detayında ise saat ikiden altıya kadar devam eden toplantıda İsmet Paşa ve rüfekasının verdikleri takrir mucibince Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’na “Türkiye Devletinin makarrı idaresi Ankara şehridir.” seklinde madde ilavesi kabul edildiği ve sorunun yarın Meclisin genel toplantısında tekrar gündeme getirilip maddenin kanuniyetinin savunulacağı”… belirtilmekteydi. Yine aynı tarihli Tanin gazetesinde “Ankara Merkezî Hükûmet” başlıklı haberde ise; fırka toplantısında Ankara’ya Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın adının verilmesi hakkındaki teklifin toplantıya başkanlık eden Mustafa Kemal Paşa tarafından gündeme dahi alınmadığı yer almaktaydı. Yasa tasarısı 10 Ekim’de Layiha Komisyonundan, yine aynı gün Anayasa Komisyonundan hızla geçti ve 13 Ekim 1923’te Meclis genel kuruluna geldi. Yapılan tartışmalardan sonra oy çokluğuyla kabul edildi. Oturum başkanı Ali Fuat Paşa’nın oy çokluğuyla (ekseriyeti azime) sözüne bazı milletvekilleri “oy birliğiyle” (ittifakla) sesleriyle itiraz etmesi üzerine, Ali Fuat Paşa “Efendim kalkmayan el vardır. Oy birliğiyle diyemem, gördüm, büyük çoğunlukla kabul edilmiştir.” diyerek oturumu sonlandırmıştır. Yasa teklifi şeklinde gündeme gelen bu konu karar biçimine dönüştürülmüştür: Karar 27: Ankara şehrinin Türkiye devletinin başkenti olmasına ilişkin Malatya Milletvekili İsmet Paşanın 2/188 sayılı yasa önerisi üzerine Anayasa Komisyonunca düzenlenen 10.10.1923 tarihli mazbata TBMM’nin 13.10.1923 tarihli otuz beşinci birleşiminin ikinci oturumunda okunarak olduğu gibi kabul edilmiş ve Ankara şehrinin Türkiye Devletinin başkenti olması büyük çoğunlukla kararlaştırılmıştır. Kabul edilen karar Ankara’nın, Mustafa Kemal ve Heyet-i Temsiliye’nin kente gelişinden itibaren fiili olarak sürdürdüğü merkez olma özelliğini, başkent sıfatıyla taçlandırdı. Bu metin bir kanun değil TBMM kararı olduğundan, daha sonra Anayasamızda yer alacaktı.
Nitekim 29 Ekim 1923’te Cumhuriyetin ilanından ve Halifeliğin Kaldırılması’ndan (3 Mart 1924) sonra 20 Nisan 1924’te Türkiye Büyük Millet Meclisince benimsenen Anayasa’nın 2. maddesinde Türkiye devletinin başkentinin Ankara olduğu belirtildi. Ankara’nın başkent ilan edilmesi Avrupa’da tepkilere neden oldu. Özellikle İngiltere, Fransa ve İtalya’yı da kendi yanına çekerek Türkiye Cumhuriyetine ve onun başkentine karşı ortak bir cephe oluşturmaya çalıştı. Devletler arasında karşılıklı notalaşmalar oldu. Ama genç cumhuriyet egemenliğinden asla taviz vermedi. Türkiye’deki yabancı diplomatik temsilcilikler adeta 1. Ankara’da oturanlar 2. İstanbul’da oturanlar olmak üzere ikiye bölünmüştü. Afganistan, Sovyetler Birliği, Polonya ve Yunanistan’ın Elçilikleri Ankara’da, başta İngiltere olmak üzere diğer 18 devletin elçiliği İstanbul’da idi. Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti yabancı elçilikleri Ankara’ya getirebilmek için başta bedava arsa vermek olmak üzere çeşitli kolaylıklar tanıdı. Ayrıca hükûmet, 1927’de İstanbul’daki Türk Dışişleri Bakanlığı İrtibat Bürosunu da kapattı. Bunu sonucu olarak da 1927’den itibaren Ankara’ya taşınan elçiliklerin sayısı her gün biraz daha arttı. Ankara’da hızlı bir imar faaliyetine girişildi. Yabancı uzmanlar getirilerek kentin gelecek yılları planlandı. Eğitim ve kültürel kurumlara öncelik verildi. Böylece Türk Devrimi’nin ortaya koyduğu değerlerin farkında, çağdaş bir insan tipolojisi de bu kentte yaratıldı.
Etiket: Güncel